Cennetin yolları meşakkatlerle örülüdür. İslam’ın emir ve yasakları Müslüman’ı Cennete hazırlamak, ona layık hale getirmek içindir.
Ahir zamanda, normallerin anormalleştiği, anormallerin normalleştiği bir dönemde Müslüman olmak elbette kolay değildir. Haramlardaki zehirli lezzetler ambalajlanmış, içindeki tehlikeler gizlenmiştir. İnsanlar bu lezzetlerin zehirli baldaki lezzetler gibi olduğunun ya farkında olmuyorlar ya da umursamıyorlar. Başlangıçta ağızda bıraktığı lezzetin arkasından acısı çok acıtarak çıkıyor. Huzursuzlukla, bunalımla, nefsin ve neslin bozulmasıyla, sağlığın ve ömrün heder edilmesiyle, cennete giden yolun dışına çıkılmasıyla tesirini gösteriyor. Haramlar asla sahibine hayır etmiyor. O halde bizim, mantığımızı hissiyatımızın önüne geçirebilecek bir metodolojiye, anlık lezzetlere yenik düşmeyecek bir iradeye, ruhumuzun aradığı ebedi lezzete giden bir yola ve doğru bir bakış açısına ihtiyacımız var. Tüm bunlar için en temele, yani bu evrenin sahibini tanımaya yönelmemiz gerekiyor. O’nu tanıyan O’nu seviyor. O’nu seven O’nun rızasına uygun bir hayatı benimsiyor. Böylelikle hem dünyasını hem ahiretini kurtarıyor. Başına ne gelirse gelsin, “O razı ise başka hiçbir şeyin ehemmiyeti yok” teslimiyeti ile huzur buluyor.
Evet, İslam Müslümanı zorluklarla, zor dönemlerle, zor işlerle baş edebilecek kalite ve kıvama hazırlıyor. Yaz sıcağında oruç tutmak küçümsenecek bir zorluk değildir. Dünya işlerinin sizi dört baştan kuşattığı bir ortamda namazı unutmamak ve gönül huzuru içinde Rabbin divanına durmak da her kişini kârı değildir. “Dünya malı” tutkusunun evrensel bir salgın halini aldığı dünyamızda, malın içindeki fukara hakkını, daha doğru ve keskin bir ifade ile “Allah hakkı”nı ayırabilmek, kazandığını hak sahipleri ile paylaşabilmek Müslümanın cennete layık hale gelebilmesi için nefse zor gelen şeylerle imtihanıdır.
Savaş esnasında, düşman askeri kelime-i şehadet getirdiğinde, ya da altınıza aldığınız düşman yüzünüze tükürdüğünde nefsin araya girmesi endişesi ile kılıcı durdurabilmek zorluk ve sabrın zirve noktasıdır.
Öfkelendiği zaman öfkesini yutmayı, kendine hâkim olmayı, sabırlı ve yumuşak davranmayı yiğitliğin en yiğitçesi, pehlivanlığın en centilmencesi diye tarif ediyor Hz. Peygamber s.a.v.
Peki, bugün Müslümanlar olarak herhangi bir davranışı hoşumuza gitmeyen bir Müslüman kardeşimize karşı oluşan öfkemizi ne kadar yutabiliyoruz?
Hiçbirimiz öfke anımızda “ya sabır” çekip “Acaba bende bir sorun var mı?” diye sorup, dönüp de kendimize bakabiliyor muyuz? Çoğu zaman pek çoğumuz hep biz haklıyız iddia ve öfkesi ile ne yaptığımız bilmiyoruz. Amel defterlerimizi neler ile doldurduğumuzun, sayfaları nasıl karaladığımızın farkında değiliz. Oluşturduğumuz dosya Rabbimize arz edeceğimiz, her şeyinden hesaba çekileceğimiz kendi dosyamız. Dosyayı istediğimiz şekilde doldurma hürriyetimiz var ancak yazdığımız her satırın noktasına virgülüne kadar hesabını vereceğiz. Hesabını veremeyeceğimiz şeyler var ise o dosyada karşılaşacağımız mahcubiyetin dehşetini düşünüyor muyuz?
Öfkelerimize, yanlışlarımıza çok kolay kılıflar buluyor, mazeretler üretiyor ve buna da kendimizi ikna etmeye çalışıyoruz.
Kedi yavrusunu yemek istediği zaman onu önce fareye benzetirmiş. Bir günahı işlemeye yöneldiğimizde içimizde kedi ve yavrusu psikolojisi ile kendimizi haklı çıkarmanın derdine düşüp doğruları görmezden gelmek ne garip bir duygu, inandığımız değerler açısından ne yaman bir çelişkidir.
Ahir zaman zor zamandır. Zor zamanda Müslümanlık da kolay değildir. Bu zorluğu Gazze’de, mazlum coğrafyalarda zulüm gören Müslümanlar hayatları pahasına her gün yaşarken onlar için bir şeyler yapabilme adına acziyet içinde olanlar farklı bir zorluk içindeler. Lakin duyarsız davrananlar daha çetin bir imtihanla karşı karşıyalar. Unutmamak lazım, darlıkta da varlıkta da rahatta da zorlukta da hayatın bütün evrelerinde Müslüman imtihan halindedir.
Kur’an Beled suresinde insanın önüne bir “Akabe” (Sarp yokuş) koyuyor. Ve “İnsan sarp yokuşu aşamadı” deniyor. Müslümanlar olarak zor bir Müslümanlık sınavından geçiyoruz. Hassasiyetlerimiz, duyarlılıklarımız dumura uğramamışsa zulme ve zalimlere karşı acizliğimizden kaynaklanan sessizliğimiz bizi kahretmeli, uykumuzu kaçırmalı, iştahımızı kesmeli. Bu da yok ise imanımızı kontrol etmeli, yeniden iman etmeliyiz.
Mutlaka kazanmak zorunda olduğumuz bir sınavdan geçiyoruz. Zira ebedi hayatımız buna göre şekillenecek. Bu imtihanı kazanmanın yolu kişinin öncelikle kendi akıbetinin endişesini taşımasıdır. Çoluk çocuğunun sorumluluğunun idrakinde olmasıdır. Çevresinin, gençliğin, milletinin, Müslümanların durumlarını görmesi, zulümlerin, fitnelerin, imana ve kardeşlik ruhuna musallat olan illetlerin farkında olması ve yapılması gerekip de yapılmayanların ızdırabını duymasıdır. Çözümler üretmek için çırpınmasıdır.
Ne yazık ki bugün Müslümanlar olarak inanç dünyalarımız karma karışık, itikatlarımız allak bullak. Körü körüne beyinlerin yıkandığı istikamette her şey hak, her yol meşru görünür hale gelmiş.
Bilmiyorum, belki de oturup, haklılıklarımıza kafa yorduğumuz kadar, karşımızdakilerin haklılığına ya da içine düştüğümüz haksızlıkların sebeplerine de kafa yormamız gerekiyor.
Rabbimizin huzurunda, hayatımız film şeridi gibi bize seyrettirildiğinde, azalarımız kendileri ile yaptıklarımızdan dolayı aleyhimize şahitlik ettiğinde halimiz nice olura kafa yormamız gerekiyor.
“Kitabını oku” diye amel defterimiz elimize verildiğinde, yaptığımız her şeyin orada sayılıp döküldüğünü gördüğümüzde yaptıklarımız savunabileceğimiz şeyler değilse, ömrümüzü mesul olmadığımız şeylerle meşgul ederek heder etmişsek, oradaki perişanlığımızı kim, nasıl engelleyecek?
Bu perişanlıkla karşılaşmamak için; Herkes Ahirete savunabileceği bir hayat defteri götürebilmenin derdinde ve gayretinde olmalıdır